Stanford Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Yaycıoğlu, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasından yeni anayasa, yeni çözüm süreci tartışmalarından Kürt siyasi hareketine kadar gündemdeki konulara ilişkin dikkat çekici yorumlarda bulundu.
Türkiye’de 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminden sonra “yeni bir rejim” inşa edildiğini kaydeden Yaycıoğlu, “Seçimler tiyatroya dönüşürse kapalı otoriter rejime geçeriz” dedi.
Yeni rejimin en öenmli aygıtının “yargı” olduğunu kaydeden prof. Dr. Ali Yaycıoğlu, “Maalesef yargı bu kez yeni rejimin bir aygıtı hâline getirilmeye başlandı. Görünen o ki iktidar, yargının kilit noktalarına kendi kadrolarını yerleştirerek siyasal operasyonları bu kurum üzerinden yürütebileceğini düşündü. Rejim, önünde bir engel belirdiğinde ya da farklı muhalif kesimleri sindirme ihtiyacı duyduğunda, örnek teşkil edecek kişi ya da grupları hedef alarak yargıyı devreye sokuyor” ifadelerini kullandı.
Sözcü’den İpek Özbey’e konuşan Ali Yaycıoğlu’nun açıklamalarından öne çıkan başlıklar şöyle:
“Türkiye, uzun bir süredir yargı eliyle yürütülen siyasal operasyonlara sahne oluyor. Bilindiği üzere, 2013’e kadar devlet içinde fiilen bir “iç savaş” yaşandı ve bu çatışmanın en keskin cephelerinden biri ne yazık ki yargı oldu. Bu dönemde Türk yargısı ciddi bir güven kaybına uğradı. 2013 sonrasında, özellikle de 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından, maalesef yargı bu kez yeni rejimin bir aygıtı hâline getirilmeye başlandı. Görünen o ki iktidar, yargının kilit noktalarına kendi kadrolarını yerleştirerek siyasal operasyonları bu kurum üzerinden yürütebileceğini düşündü. Rejim, önünde bir engel belirdiğinde ya da farklı muhalif kesimleri sindirme ihtiyacı duyduğunda, örnek teşkil edecek kişi ya da grupları hedef alarak yargıyı devreye sokuyor. Bazen bu süreçler, Cumhur İttifakı liderlerinin kişisel meselelerini de yargı yoluyla çözdükleri izlenimini veriyor.”
“Ekrem İmamoğlu’na yönelik operasyon, tüm bu süreçlerden farklı bir boyuta sahip. Erdoğan’a karşı en etkili ve geniş toplumsal desteğe sahip siyasetçi konumunda olan İmamoğlu’nun tasfiye edilmek istendiği uzun süredir yazılıp çiziliyordu. Belli ki Ekrem İmamoğlu da bu durumun farkındaydı, ancak buna rağmen geri çekilmedi. Aksine, erken bir kampanya yürüterek Erdoğan’a karşı güçlü bir toplumsal desteği harekete geçirebileceğini gösterdi. Görünüşe göre iktidar bu noktada zor bir karar verdi: Savcılığın elinde somut bir delil bulunmaksızın, “nasıl olsa bir şeyler buluruz” mantığıyla 19 Mart operasyonunu başlattılar. Belki de bu süreçte “CHP içinde bölünmeler olur”, “Kürt seçmen CHP’den uzaklaşır” ve “Trump yönetimi döneminde uluslararası konjonktür bu tür adımlar için daha elverişli” düşüncesiyle hareket ettiler.”
“Beklentilerin aksine, bu operasyon CHP’yi bölmek bir yana daha da tetikledi; parti, toplumsal muhalefetle birlikte hareket etmeye başladı. Özgür Özel’in ortaya koyduğu kararlı duruş da bu süreci güçlendirdi. Öte yandan, elde somut bir delil olmaması nedeniyle iddianamenin içi doldurulamadı. Bu nedenle operasyonlar giderek daha agresif bir hal aldı ve genişlemeye başladı. Ortaya çıkan tablo oldukça çarpıcı: Bir yandan Ekrem İmamoğlu’nu kamuoyunda unutturmak istiyorlar, öte yandan hukuki bir zemin oluşturulamıyor. Bu kez itirafçı yaratma çabaları öne çıkıyor; ancak her yeni adım, kamuoyunda daha büyük tepkilere yol açıyor.”
“Bu rejim, eski düzeni kısmen tasfiye etti. Ancak yerine tutarlı, istikrarlı, kapsayıcı bir yeni düzen inşa edemedi. Çünkü böyle bir kapasitesi, meşruiyet zemini ve ideolojik bütünlüğü yok. Erdoğan’ı bu yapıdan çıkardığınızda geriye neredeyse hiçbir şey kalmıyor. Bu yüzden “biz devrim yaptık, yeni bir Türkiye kurduk” diyenlere, ancak fantezilerine duyduğumuz saygı kadar kredi verebiliriz. Peki sandık gerçekten gelecek mi? Rejim çevresinde akıl ve sağduyu sahibi insanlar da vardır muhtemelen. Onlar da rejimin meşruiyetini hızla kaybettiğinin farkındadır. Ancak eğer seçimler tamamen bir tiyatroya dönüşürse örneğin İmamoğlu’nun aday olması engellenirse ya da mesela CHP’ye kayyum atanırsa o zaman bu meşruiyet krizinin çok daha derin bir evresine geçmiş oluruz. Böyle bir an gelirse ne olacağını öngörmek zor, ama şunu söyleyebiliriz: O noktada Türkiye, kapalı otoriter bir rejime geçmiş olur. Böyle bir rejimin Türkiye’de uzun süre yaşayabileceğini sanmıyorum. Ama o süreç çok sancılı ve gürültülü olacaktır.”
“Bu yeni sürecin farklı boyutları var. Devlet Bahçeli, siyasi hayatı boyunca Türkiye siyasetinin yönünü üç kez dramatik biçimde değiştirdi. Şimdi yeniden böyle bir adım attı. Elbette bu süreçte Ortadoğu’daki gelişmelerin etkisi önemli, ancak asıl belirleyici olanın iç dinamikler olduğunu düşünüyorum. Erdoğan perspektifinden bakıldığında, toplumsal desteğini ve meşruiyet zeminini kaybetmekte olan bir yapının, bu açılımla yeniden bir nefes alma imkânı aradığı görülüyor. Eğer Bahçeli ve Erdoğan Kürt siyasi hareketini ve Kürt halkını rejimin çevresine çekebilirlerse, bu rejimin ömrünü uzatacak ciddi bir adım atılmış olacak. Aslında 2024 yerel seçimleri, CHP ile Kürtlerin ortak bir zaferiydi. Bunu CHP’den daha önce Cumhur ittifakı idrak etti. Şimdi bu ortaklığı sona erdirmek istiyorlar bu çok açık. Ancak bu sürecin karşılığında Kürtlere ne teklif edilecek? Asıl soru bu.”
“Bu ittifak ne kadar derinleşebilir? Kürtler açısından kazanımlar ne olacak? Örneğin, yeni anayasa taslağında Kürtler “kurucu unsur” olarak tanımlanacak mı? Öcalan ev hapsine alınacak mı? Demirtaş ve Yüksekdağ cezaevinden çıkarılıp siyasete dönecek mi? Türkiye, Kuzey Suriye’deki Kürt varlığına karşı politikasını değiştirecek mi? Bu sürecin en ilginç yanı ise şu: Bir yandan Erdoğan en güçlü siyasi rakibini, Ekrem İmamoğlu’nu cezaevine göndererek tasfiye etmeye çalışıyor; Kürt hareketi dışındaki muhalif kesimlere karşı sert bir baskı uyguluyor. Öte yandan Bahçeli ve Öcalan’la birlikte yeni bir açılım süreci başlatılıyor. Geçtiğimiz gün HDK Eş Sözcüsü Ali Kenanoğlu’nun çok çarpıcı bir ifadesi vardı: “Süreç rayında gidiyor, ama Türkiye rayında gitmiyor.” Bu ifade paradoksal durumu gayet iyi özetliyor. Bu koşullarda yürütülen açılımın anlamı çok açık.”
“Ben, DEM Parti çevrelerinin sürecin başından itibaren çok daha güçlü bir müzakere azmi ve kapasitesiyle hareket ederek bu süreci demokratikleşme yönünde ilerletmeleri gerektiğini düşünüyordum. Ancak bu olmadı. DEM çevreleri, özellikle sürecin erken safhalarında, gereğinden fazla hevesli, istekli bir görüntü verdiler. 1000 yıllık kardeşlik retoriğine, bu retoriğin arka anlamlarını fazla düşünmeden, hızlıca sarıldılar. Bu noktada temel meselelerden biri, Abdullah Öcalan’ın Kürt hareketi içindeki konumunun tartışmaya açılamamasıdır. Bu durum, aslında müzakere alanını daraltan bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Rejim çevreleri Öcalan gerçeğinin fazlasıyla farkında. Dolayısıyla, bu dengeyi bildikleri için süreci kendi perspektifleri doğrultusunda şekillendirmekte daha rahat davranabiliyorlar. Dem çevreleri ve Kürt siyaseti ise Öcalan’ın adeta insan üstü meziyetlerle bu süreci bambaşka bir mecraya taşıyabileceğini düşünüyor. Eğer Kürt siyasetçilerin yerinde olsaydım, bu sürece dair iyimserliğimi mutlaka eleştirel bir akıl, yapıcı ama kuvvetli bir kuşku ve derinlemesine tarihsel analizle dengelerdim. Ama bu “tarih analizi” derken 1000 yıllık ittifaktan bahsetmiyorum. Son otuz yıla dikkatle bakıldığında ihtiyaç duydulan tüm bilgi zaten orada duruyor.”
“Metin, Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası’nı Kürtlerin imhasına yönelik siyasetin başlangıcı olarak tanımlayarak başlıyor. Bu başlangıç oldukça çarpıcı ve aynı zamanda tartışmalı. Metnin nasıl kaleme alındığını bilmiyoruz, ancak neden bu şekilde başladığı sorusu önemli. PKK bu açıklamayla aslında “biz yenilmedik” mesajı veriyor; “bakın bizi muhatap alıyorlar, tanıyorlar” diyor. “Kendimizi biz feshediyoruz” diyerek iradeyi hâlâ kendi elinde tuttuğunu vurguluyor. Bu anlatının içinde belirli bir haklılık payı da var. Gerçek şu ki, Türkiye Cumhuriyeti PKK’yi tasfiye edemedi. PKK’nın Kürt toplumu üzerinde dönüştürücü ve kalıcı bir etki yarattığı inkâr edilemez. Ancak öte yandan, örgütün silahlı mücadelesinin askeri olarak TSK ve diğer birimler tarafından büyük ölçüde etkisizleştirildiği de ortada. Dahası, silahlı mücadele hattının Kürt halkı içindeki karşılığı da ciddi biçimde erozyona uğramış durumda. Bu nedenle, eğer gerçekten bir “silah bırakma” ve “kendini feshetme” süreci başlayacaksa, bu, siyaset yapmak isteyen Kürt aktörler başta olmak üzere, geniş bir kesim için çok olumlu bir gelişme olacaktır. Öte yandan, dediğim gibi rejim bu süreci, Kürt hareketini kendi çizgisine çekmek ve özellikle muhalefet bloğundan koparmak için bir fırsat olarak değerlendirmek istiyor. Bu bağlamda, PKK’nın Lozan ve 1924 Anayasası vurgusu, kasıtlı ya da değil, iki mesaj içeriyor gibi görünüyor: Erdoğan’a dolaylı bir yakınlaşma ve CHP’li muhalif kesimlere bir meydan okuma. “Sizin kutsadığınız kurucu zemin bizim sorunumuzun kaynağıdır” demiş oluyorlar. İlginçtir ki, Lozan ve 1924-25 dönemiyle asıl tarihsel sorun yaşayan kesim, genellikle İslamcı çevreler olmuştur. CHP ise bu dönemi “kurucu zemin” olarak sahiplenir. Bu nedenle, PKK’nın bu vurgusu, CHP ile arasına mesafe koyarken, İslamcı çevrelerle kısmen örtüşen bir tarih okumasına yaslanıyor.”