Ulusun bir arada var olmasını sağlayan temel yapı: Devletin egemenliğini ve ulusal kimliği inşa etme çabası.
Ulus Devlet nedir?
Ulus devlet, belirli bir halkın (ulus) tek bir devlet çatısı altında birleşmesini ifade eden bir siyasal yapıdır. Bu kavram, 19. yüzyılda modern anlamını kazanmış olup, devletin halk üzerinde egemenlik kurması ve bu halkın ortak bir kültür, dil ve tarih etrafında birleşmesi gerektiğini savunur. Ulus devletler, genellikle tek bir ulusal kimlik etrafında şekillenir ve tüm vatandaşlarına eşit haklar tanıyarak, bu kimliğin korunmasını amaçlar.
Ulus devletin temel özelliği, belirli bir coğrafyada yaşayan halkın, dil, kültür, din gibi ortak özelliklere dayanarak birleştirilmesidir. Ancak ulus devletin kurucusu ve koruyucusu olan devletin gücü, yalnızca dışarıya karşı değil, içerideki toplumsal farklılıkları da yönetmekte önemli bir rol oynar. Ulus devletler, çoğu zaman homojen bir toplum yapısı oluşturmayı hedeflese de, bu süreçte etnik ve kültürel çeşitlilikle nasıl başa çıkılacağı sorusu, sosyal adalet ve eşitlik tartışmalarına yol açmıştır.
Ulus Devletin Tarihsel Kökenleri ve Gelişimi
Ulus devlet, Avrupa’da modern zamanlarda, özellikle Fransız Devrimi’yle şekillenen bir yapı olarak ortaya çıkmıştır. Modern ulus devletin doğuşu, 17. yüzyıldan itibaren feodal yapıların zayıflaması ve monarşilerin merkezileşmesiyle ilişkilidir. 19. yüzyılın sonlarına doğru, sanayi devrimi, milliyetçilik akımları ve toplumsal yapıları etkileyen yeni gelişmelerle birlikte ulus devletin siyasi ve kültürel temelleri atılmıştır. Bu dönemde ulus devlet, ulusal egemenlik, toprak bütünlüğü ve halkın özgürlüğünü savunarak kendini kurmuştur.
Ulus devlet anlayışının gelişimi, sadece Batı’da değil, aynı zamanda Asya, Afrika ve Orta Doğu’da da farklı şekillerde tezahür etmiştir. 20. yüzyılın başlarında, sömürgeciliğin sona ermesiyle birlikte pek çok ulus devlet, bağımsızlıklarını kazanmış ve kendi sınırlarını belirleyerek ulusal kimliklerini inşa etmeye başlamıştır.
Ulus Devleti: Kökenleri, Gelişimi ve Teorik Tartışmalar
Ulus devletlerin kökenleri ve erken tarihleri konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Büyük bir teorik soru şudur: “Önce ulus mu, yoksa ulus devleti mi ortaya çıktı?” Steven Weber, David Woodward, Michel Foucault ve Jeremy Black gibi bilim insanları, ulus devletinin siyasi deha ya da bilinmeyen bir kaynaktan doğmadığını, siyasi ekonomi, kapitalizm, merkantilizm, siyasi coğrafya ve haritacılık alanlarındaki 15. yüzyıl entelektüel keşiflerinin ve harita yapım teknolojilerindeki ilerlemelerin bir yan ürünü olarak ortaya çıktığını öne sürmüşlerdir. Ulus devleti, bu entelektüel buluşlar ve teknolojik gelişmelerle şekillendi.
Bazılarına göre ise, önce ulus vardı. Ardından egemenlik için ulusal hareketler ortaya çıkmış ve ulus devleti, bu talebe karşılık vermek amacıyla kurulmuştur. Ulusalcılıkla ilgili bazı “modernleşme teorileri”, ulus devletlerinin, var olan bir devleti birleştirmek ve modernleştirmek için hükümet politikalarının bir ürünü olarak ortaya çıktığını savunur. Çoğu teori, ulus devletini 19. yüzyılda Avrupa’da, devletin zorunlu eğitimi, kitlesel okuryazarlığı ve kitlesel medyayı teşvik eden gelişmelerle şekillenen bir olgu olarak görür. Ancak bazı tarihçiler, Portekiz ve Hollanda Cumhuriyeti gibi erken dönemlerde nispeten birleşmiş bir devlet ve kimliğin ortaya çıktığını da belirtir. Adrian Hastings, örneğin, Eski İsrail’in, Tevrat’ta tasvir edilen şekliyle, “ulus olmanın ve hatta ulus devleti olmanın modelini dünyaya sunduğunu” savunur; ancak Kudüs’ün yıkılmasından sonra Yahudiler, modern zamanlarda “Ziyonizm’in kaçınılmaz yükselmesi”ne kadar, iki bin yıl boyunca bu statüyü kaybetmişlerdir, fakat yine de ulusal kimliklerini korumuşlardır.
Eric Hobsbawm, Fransız ulusunun kurulmasının Fransız milliyetçiliğinin bir sonucu olmadığını, Fransız milliyetçiliğinin yalnızca 19. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkacağını, aksine Fransız devleti tarafından daha önce gerçekleştirilen reformlarla şekillendiğini savunur. Bu reformlardan birçoğu Fransız Devrimi’nden sonra uygulanmaya başlanmış, bu dönemde Fransız halkının yarısı dahi Fransızca konuşmazken, yalnızca çeyrek kısmı edebiyat ve öğrenim alanlarında kullanılan Fransızca’yı konuşmaktaydı. Aynı şekilde, İtalya’daki İtalyanca konuşanların sayısı da İtalya birleşmeden önce çok daha düşüktü, bu nedenle modern İtalya ulusuyla ilgili de benzer argümanlar yapılmıştır. Hem Fransız hem de İtalyan devletleri, bölgesel lehçeler ve dillerin yerine standartlaştırılmış lehçeleri koymaya çalışmışlardır. Zorunlu askerliğin getirilmesi ve Üçüncü Cumhuriyet’in 1880’lerdeki kamu eğitimi yasaları, bu teoriye göre ulusal kimliğin oluşumuna katkıda bulunmuştur.
1848 Devrimleri, eski monarşik yapıları ortadan kaldırmayı ve bağımsız ulus devletleri yaratmayı amaçlayan demokratik ve liberal hareketlerdi. Bazı ulus devletler, Almanya ve İtalya gibi, kısmen de olsa, 19. yüzyıldaki milliyetçi hareketlerin siyasi kampanyalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Her iki durumda da toprak, daha önce diğer devletlere, bazıları çok küçük olan devletlere bölünmüştü. İlk başta, ortak kimlik duygusu kültürel bir hareketti; örneğin, Almanca konuşan devletlerdeki Völkisch hareketi gibi, ancak bu hareket hızla siyasi bir anlam kazanmıştır. Bu durumda, milliyetçi duygu ve milliyetçi hareketler, Almanya ve İtalya ulus devletlerinin birleşmesinden önce ortaya çıkmıştır.
Hans Kohn, Liah Greenfeld, Philip White ve diğer tarihçiler, Almanya veya İtalya gibi devletleri, kültürel birleşimin devlet birleşiminden önce gerçekleştiğini düşündükleri için, bu tür ulusları etnik uluslar veya etnik milliyetler olarak sınıflandırmışlardır. Bununla birlikte, Fransa, İngiltere veya Çin gibi “devlet odaklı” ulusal birleşimler, çok etnikli toplumlarda daha kolay gelişir ve bu durum, vatandaşlık temelli ulusların veya toprak temelli milliyetlerin geleneksel ulusal mirasını üretir.
Ulus devleti fikri, genellikle Batıfyalı sistem olarak bilinen modern devletler sisteminin yükselmesiyle ilişkilidir. Batıfyalı sistem, 1648’deki Westphalia Antlaşması sonrasında ortaya çıkmıştır. Bu sistemdeki güç dengesi, etkinliğini, birbirlerinin egemenliğini ve topraklarını tanıyan, net bir şekilde tanımlanmış, merkezi olarak kontrol edilen bağımsız varlıklar (ulus devletleri veya imparatorluklar) üzerine dayanıyordu. Batıfyalı sistem ulus devletini yaratmamış olsa da, ulus devleti, onun bileşen devletlerinin kriterlerine uyar (söz konusu toprak tartışmasız olduğunda). Batıfyalı sistemden önce, en yakın jeopolitik sistem, 1005’te Chanyuan Antlaşması ile Doğu Asya’da kurulan “Chanyuan Sistemi”ydi. Bu sistem, Batıfyalı barış antlaşmalarına benzer şekilde, Çin’in Song Hanedanı ile yarı göçebe Liao Hanedanı arasındaki bağımsız yönetimler arasında ulusal sınırlar belirlemiştir. Bu sistem, 13. yüzyılda Pan-Avrasya Cengiz İmparatorluğu’nun kurulmasına kadar Doğu Asya’da kopyalanmış ve geliştirilmiştir.
Ulus devleti, Romantizm dönemiyle birlikte felsefi bir temele oturdu; ilk başta bireylerin “doğal” ifadesi olarak (romantik milliyetçilik: Johann Gottlieb Fichte’nin Volk anlayışı, daha sonra Ernest Renan tarafından karşı çıkılmıştır). 19. yüzyılda, ulusun etnik ve ırksal kökenlerine yapılan artan vurgu, ulus devletinin bu temeller üzerinde yeniden tanımlanmasına yol açmıştır. Boulainvilliers’nin teorilerinde, ırkçılık, doğası gereği anti-patriyot ve anti-milliyetçi bir anlayışken, koloniyal emperyalizm ve “kıtasal emperyalizm” ile birleşmiş, özellikle pan-Cermen ve pan-Slavik hareketlerinde görülmüştür.
Irkçılık ve etnik milliyetçilik arasındaki ilişki, 20. yüzyılda faşizm ve Nazizm ile zirveye ulaşmıştır. Bu terimlerin völkischer Staat gibi ifadelerle somutlaşan “ulus” (“halk”) ve “devlet” arasındaki özgül birleşim, erken Nazi Almanya’sı gibi faşist devletleri, faşist olmayan ulus devletlerinden niteliksel olarak farklı kılmıştır. Azınlıklar, halkın bir parçası olarak kabul edilmediği için bu tür bir devlette meşru bir yer edinmeleri engellenmiştir. Almanya’da, Yahudiler ve Romanlar, halkın bir parçası olarak görülmemiş ve hedef alınmışlardır. Alman vatandaşlık yasası, “Alman”ı Alman soyuna dayandırarak, tüm yabancıları halktan dışlamıştır.
Son yıllarda, ulus devletlerin, sınırları içindeki mutlak egemenlik iddiaları eleştirilmiştir. Savaş sonrası dönemde, uluslararası anlaşmalar ve süper ulusal bloklar tarafından şekillendirilen bir küresel siyasi sistem oluşmuştur. Devlet dışı aktörler, uluslararası şirketler ve sivil toplum kuruluşları, ulus devletlerinin ekonomik ve siyasi gücünü zayıflatmakta olduğu yaygın olarak görülmektedir.
Andreas Wimmer ve Yuval Feinstein’e göre, ulus devletleri genellikle milliyetçilerin mevcut yönetimleri devirmeleri veya mevcut idari birimleri bünyelerine katmaları sonucu ortaya çıkmıştır. Xue Li ve Alexander Hicks, ulus devletlerinin yaratılma sıklığını, uluslararası organizasyonlardan yayılan yayılma süreçlerine bağlamaktadır.
18. Yüzyılda Avrupa’da Ulus Devleti ve Çokuluslu İmparatorluklar
18. yüzyılda Avrupa’da klasik anlamda ulus devleti olmayan yapılar, çok etnikli imparatorluklar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu imparatorluklar arasında Avusturya İmparatorluğu, Fransız Krallığı (ve imparatorluğu), Macaristan Krallığı, Rus İmparatorluğu, Portekiz İmparatorluğu, İspanya İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Britanya İmparatorluğu, Hollanda İmparatorluğu ve daha küçük seviyelerde yer alan uluslar bulunuyordu. Çokuluslu imparatorluklar, genellikle mutlak monarşilerdi ve bir kral, imparator ya da sultan tarafından yönetiliyordu. Bu imparatorlukların nüfusu birçok etnik gruptan oluşuyor ve farklı diller konuşuluyordu. Ancak, bu imparatorlukların egemen etnik grubu genellikle bir dilde birleşiyordu ve bu dil de genellikle kamu yönetiminin dili oluyordu. Hükümdar ailesi de çoğunlukla, ancak her zaman değil, egemen etnik gruptan geliyordu.
Bu tür devletler yalnızca Avrupa’ya özgü değildi; Asya, Afrika ve Amerika’da da benzer imparatorluklar varlığını sürdürüyordu. Çin’deki Tang, Yuan ve Qing hanedanlıkları da çokuluslu yönetimlerdi ve her biri, belirli bir etnik grup tarafından yönetiliyordu. Bu örneklerde, hükmeden etnik gruplar sırasıyla Han Çinlileri, Moğollar ve Mançular’dı. Müslüman dünyasında ise, Muhammed’in 632’deki ölümünden hemen sonra halifelikler kurulmuştu. Halifelikler, İslam peygamberinin siyasi ve dini halifesi tarafından yönetilen İslam devletleriydi. Bu yönetimler, zamanla çok etnikli ve transnasyonal imparatorluklara dönüşmüştür. Osmanlı Sultanı Selim I (1512-1520), halifelik unvanını yeniden almış ve bu unvan, Abbâsî-Memlük Halifeliği’nin sonrasındaki yüzyıllarda birçok farklı yönetici ve “gölge halife” tarafından tartışılmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu’nda halifelik makamı, Mustafa Kemal Atatürk tarafından 1924’te yapılan reformlar kapsamında kaldırılmıştır.
Kutsal Roma İmparatorluğu ise yüzlerce devlete benzer varlıkla sınırlı, seçilen bir monarşiye sahipti. Avrupa’daki daha küçük bazı devletler ise etnik olarak bu kadar çeşitlenmiş olmasa da, genellikle bir kraliyet ailesi tarafından yönetilen dinamik monarşilerdir. Bu devletlerin toprakları, kraliyet ailelerinin evlilikleriyle genişleyebiliyor ya da iki devlete ait olan bir hanedanın birleşmesiyle birleşebiliyordu. Avrupa’nın bazı bölgelerinde, özellikle Almanya’da, oldukça küçük toprak birimleri bulunmaktaydı. Bu birimler, komşuları tarafından bağımsız olarak tanınır, kendi hükümetlerine ve yasalarına sahip olurdu. Bazı bölgeler, prensler veya başka miras yoluyla hükümetin başında olan kişiler tarafından yönetiliyordu; bazıları ise piskoposlar ya da abiler tarafından idare edilirdi. Ancak bu birimler çok küçük oldukları için, ayrı bir dil veya kültürleri yoktu; sakinleri, çevredeki bölgenin dilini konuşuyorlardı.
Bu tür devletlerin bazıları, 19. yüzyıldaki milliyetçi ayaklanmalarla devrilmiştir. Alman birleşmesinde, serbest ticaretin liberal fikirleri önemli bir rol oynamıştır, bunun öncesinde ise bir gümrük birliği olan Zollverein bulunmaktaydı. Ancak, Avusturya-Prusya Savaşı ve Franco-Prusya Savaşı’ndaki Almanya’nın ittifakları birleşme sürecinde belirleyici olmuştur. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı sonrasında parçalanmış, ancak Rus İmparatorluğu, Rus İç Savaşı sonrası çoğunlukla Sovyetler Birliği tarafından yerinden edilmiştir.
Birkaç küçük devlet hayatta kalmayı başarmıştır: Liechtenstein, Andorra, Monaco gibi bağımsız prenslikler ve San Marino Cumhuriyeti. (Vatikan, özel bir durumdur. 1870 yılında, Vatikan dışındaki tüm Papalık Devletleri İtalya tarafından işgal edilmiş ve birleşmiştir. Ortaya çıkan Roma Sorunu, 1929’daki Lateran Antlaşmaları ile modern devletin kurulmasıyla çözülmüştür.)
Ulusal Kimlik ve Etnik Çeşitlilik: Çatışmalar ve Kimlikler
Birleşik bir “ulusal kimlik” anlayışı, aynı zamanda çok sayıda etnik veya dil grubu barındıran ülkelere de uzanır. Örneğin, İsviçre, anayasal olarak kantonlardan oluşan bir konfederasyon olup dört resmi dil kullanmaktadır. Yine de, bu ülke kendine özgü bir “İsviçre” ulusal kimliğine, ulusal bir tarihe ve Wilhelm Tell gibi klasik bir ulusal kahramana sahiptir.
Bununla birlikte, siyasi sınırların etnik ya da kültürel sınırlarla örtüşmediği yerlerde sayısız çatışma yaşanmıştır.
II. Dünya Savaşı sonrası Josip Broz Tito döneminde, Güney Slav halklarını birleştirmek için milliyetçilik bir araç olarak kullanılmıştır. Ancak 20. yüzyılın sonlarında, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, liderler antik etnik çekişmeler veya gerilimler üzerinden yeni çatışmalar yaratmış, bu da Sırplar, Hırvatlar ve Slovenler arasında; Bosna-Hersek, Karadağ ve Makedonya halkları arasında anlaşmazlıklara yol açmış, halklar arasındaki uzun süren işbirliği sona erdirilmiştir. Balkanlar’da etnik temizlik yapılmış, bu süreç sosyalist devleti yok ederek 1992-1995 yılları arasında Hırvatistan ve Bosna-Hersek’te iç savaşlara neden olmuştur. Bu savaşlar, bölgedeki daha önce son derece çeşitli ve iç içe geçmiş etnik yapıyı büyük ölçüde değiştiren kitlesel nüfus yerinden edilmesine ve ayrımcılığa yol açmıştır. Bu çatışmalar esasen, her bir devletin etnik ve siyasi olarak homojen olacağı yeni bir siyasi çerçeve yaratma amacıyla yaşanmıştır. Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklar, uzun bir evlilik geçmişine sahip olmalarına rağmen, etnik olarak ayrıldıklarını savunmuşlardır.
Belçika, ulus devleti olmayan bir devletin klasik örneğidir. 1830 yılında Hollanda Krallığı’ndan ayrılarak kurulmuş olan Belçika, 1839 Londra Antlaşması ile tarafsızlık ve toprak bütünlüğü garanti altına alınmış, Napolyon Savaşları sonrasında Fransa, Prusya (1871’de Almanya İmparatorluğu) ve Birleşik Krallık arasındaki tampon devlet olarak işlev görmüştür. Ancak I. Dünya Savaşı sırasında Almanya, Belçika’nın tarafsızlığını ihlal etmiştir. Günümüzde, Belçika, kuzeydeki Flandre’de Flandre halkı, güneyde Fransızca konuşan Valonlar ve doğuda Almanca konuşan bir nüfusla bölünmüştür. Flandre halkı Flemenkçe konuşmakta, Valon halkı ise Fransızca ya da Liège ilinin doğusunda Almanca konuşmaktadır. Brüksel halkı ise hem Fransızca hem de Flemenkçe konuşmaktadır.
Flemenk kimliği kültürel bir kimlik olarak öne çıkmakta ve bu kimlik, sağcı Vlaams Belang ve Yeni Flemenk İttifakı gibi siyasi partiler tarafından savunulmaktadır. Fransızca konuşan Valon kimliği ise dilsel olarak farklılık gösterir ve bölgeselci bir yapıya sahiptir. Ayrıca, Belçika’da birleştirici bir Belçika milliyetçiliği, Büyük Hollanda idealine dair birkaç versiyon ve 1920’de Almanya’dan ilhak edilen ve 1940-1944 yılları arasında Almanya tarafından yeniden ilhak edilen Belçika’nın Almanca konuşan topluluğu mevcuttur. Ancak, bu ideolojiler, seçimlerde oldukça marjinal kalmakta ve politik olarak önemsizdir.
Çin, geniş bir coğrafi alana yayılmakta ve etnik gruplar açısından “Zhonghua minzu” ya da Çin milliyetini kullanmaktadır. Ancak, Çin aynı zamanda nüfusunun %90’ından fazlasını oluşturan çoğunluk Han etnik grubunu da resmen tanımaktadır ve en az 55 etnik ulusal azınlık vardır.
Philip G. Roeder’e göre, Moldova, Sovyetler dönemi “segment-devleti”nin (Moldavya SSR) bir örneğidir ve burada “segment-devletin ulus-devlet projesi”, önceden var olan devlet kimliği projesine galip gelmiştir. Moldova’da, üniversite öğretim üyeleri ve öğrencilerinin Romanya ile birleşme yönündeki güçlü taleplerine rağmen, Moldavya SSR içindeki ulus-devlet projesi, 1930’larda kurulan Büyük Romanya ulus-devletine dönüş projesini geride bırakmıştır. Bu konuya dair daha fazla ayrıntı için Moldova’daki dilsel ve etnik kimlik tartışmalarına bakılabilir.
Ulus Devletin Özellikleri ve Modern Anlamı
Ulus devletin temel unsurları arasında egemenlik, toprak, halk ve bağımsızlık yer alır. Devlet, bir halkın siyasi iradesini yansıtan, hukukun üstünlüğü ilkesine dayalı bir yapıdır. Ulus devletin varlık nedeni, içerde halkın birliği ve güvenliği, dışarıda ise ulusal çıkarların korunmasıdır. Bu bağlamda, ulus devlet, bireylerin kimliklerini yalnızca etnik ya da dilsel bir kategori üzerinden değil, aynı zamanda hukuki ve siyasal bir çerçevede de tanımlar.
Ancak günümüz dünyasında, ulus devletin sınırları giderek daha esnek hale gelmiş, küreselleşmenin etkisiyle, ulusların ve devletlerin kimlik inşası süreçleri, birçok iç ve dış faktör tarafından şekillendirilmektedir. Ayrıca, etnik, dini ve kültürel çeşitlilikler, ulus devletin kurduğu tek tip kimlik anlayışının sorgulanmasına yol açmış ve çok kültürlülük gibi yeni kavramlar ortaya çıkmıştır.
Ulus Devletin Krizleri ve Geleceği
Ulus devletin geleceği, günümüzün hızla değişen uluslararası ilişkilerinde, ekonomik ve kültürel sınırların giderek daha da belirsizleşmesinde sorgulanmaktadır. Küreselleşme, ulus devletlerin egemenliklerini zayıflatmış, çok uluslu şirketler ve uluslararası örgütler gibi aktörler, devletin rolünü tehdit etmeye başlamıştır. Ayrıca, etnik çatışmalar, bağımsızlık hareketleri ve globalleşen tehditler, ulus devletin iç ve dış politikasını zorlayan dinamikler haline gelmiştir.
Ulus Devletin Popüler Kültürdeki Yeri
Kitap Dünyasında:
Ernest Gellner’in Uluslar ve Milliyetçilik adlı eseri, ulus devletin ortaya çıkışını ve milliyetçiliğin rolünü tarihsel bir bakış açısıyla inceler. Homi K. Bhabha ise Ulusların Kültürel Çeşitliliği adlı çalışmasında, modern ulus devletlerin içindeki kültürel çoğulculuğu ele alır.
Sinemada ve Dizilerde:
The Battle of Algiers (1966), Fransız sömürgesi altında bir ulus devletin bağımsızlık mücadelesini anlatır ve ulus devletin kurulması için verilen mücadeleyi irdeler. The Wind That Shakes the Barley (2006), İrlanda’daki ulus devlet kurma çabalarını ve bu süreçte yaşanan toplumsal travmaları işler.
Video Oyunlarında:
Civilization serisi, oyunculara kendi ulus devletlerini kurma ve yönetme fırsatı sunar. Hearts of Iron gibi strateji oyunları ise ulus devletlerin savaşlar ve uluslararası politikalar içindeki rolünü derinlemesine keşfeder.
Tiyatro ve Diğer Sanat Alanlarında:
Bertolt Brecht’in Küçük Organon adlı eseri, ulus devletin ideolojik yapısını eleştirir ve toplumsal yapının alt sınıflar üzerindeki etkilerini sorgular. Görsel sanatlarda, ulus devletin iktidar simgeleri ve sınırlarını sorgulayan çalışmalar sıkça karşımıza çıkar.
Genel Değerlendirme
Ulus devlet, sadece egemenlik ve toprak bütünlüğü meselesi değil, aynı zamanda kimlik, aidiyet ve kültürel birliktelik üzerine kurulu bir yapıdır. Ulus devletin temeli, halkın ortak bir geçmiş, dil ve değerler etrafında birleşmesini sağlayarak, devletin içindeki farklılıkları bir arada tutmayı hedefler. Ancak bu yapı, her zaman uyumlu çalışmaz. Çünkü ulus devleti oluşturan unsurlar, bazen bir arada var olmanın zorluklarıyla karşılaşır; etnik, kültürel ve dini çeşitlilik, egemenliğin her birey için aynı ölçüde hissedilmediği durumlar yaratabilir.
Ulus devletin her bireye eşit fırsatlar sunması, hukukun tüm vatandaşlar için adil işlemesi beklenirken, bazen bazı gruplar için bu “eşitlik” soyut bir kavram haline gelir. Kimlik ve aidiyet, bazen ulus devletin sınırları içinde yalnızca belirli bir grubun lehine işler. Bazı insanlar için ulus devlet, güven ve onurun kaynağı iken, diğerleri için yalnızca dışlanmışlık ve ötekileştirilmişlik anlamına gelir.
İşte bu noktada ulus devletin en büyük sorusu şu olur: Kim içerde kaldı? Kim dışarıda bırakıldı? Kimlerin kimliği yok sayıldı? Ulus devlet, bu sorulara vereceği yanıtlarla, toplumun gerçek anlamda birleşip birleşmediğini ortaya koyar. Çünkü ulus devletin gücü, yalnızca sınırları içinde yaşayanların birliğinden değil, aynı zamanda onların eşitliği ve onuru üzerinden şekillenir.
► ADALET
► EŞİTLİK
► KAMUSAL ALAN
► EMPATİ
► TOPLUMSAL CİNSİYET