Kırmızı halının altında ideolojiler, estetik devrimler ve sansürler yatar. Cannes, bir festivalden fazlasıdır.
Cannes Film Festivali, her yıl Fransa’nın güneyinde, Akdeniz kıyısındaki Cannes kentinde düzenlenen ve dünya sinemasının en prestijli etkinliklerinden biri olan uluslararası film festivalidir.
1939’da Venedik Film Festivali’ne karşı bir “özgürlük festivali” olarak doğan Cannes, savaş nedeniyle ertelense de 1946’dan itibaren düzenli olarak yapılmaya başlandı.
Festival, yalnızca bir “yarışma” değil, aynı zamanda, siyasi gerilimlerin, estetik devrimlerin, sansür ve skandalların, yıldızların ve sokaktaki sinemacıların buluşma noktasıdır.
En iyi filme verilen ödül, Altın Palmiye (Palme d’Or), dünya sinemasının en saygın nişanlarından biri sayılır.
Bugün Cannes, hem sanat sinemasının hem de uluslararası yapımcıların gözdesi olan bir platforma dönüşmüştür. Ancak burada alkış kadar ıslık da, ödül kadar protesto da olur.
Cannes Film Festivali’nin doğuşu, sadece sinemanın değil, 20. yüzyıl Avrupa’sının kültürel ve politik gerilimlerinin de aynasıdır. 1937 yılında Paris’te düzenlenen Evrensel Sergi sırasında Fransa, kültürel prestijini uluslararası ölçekte güçlendirecek bir araç arayışına girer. Bu dönemde Venedik Film Festivali üzerindeki Nazi Almanyası ve Faşist İtalya’nın açık müdahaleleri, özellikle 1938’de Goebbels’in bizzat açılış yaptığı Mostra süreci, sinema çevrelerini rahatsız eder. Bu müdahaleler, Fransa’da bir karşı hamle fikrini doğurur: propaganda değil, özgürlük üzerine kurulu bir festival.
Philippe Erlanger, Émile Vuillermoz ve René Jeanne gibi Venedik jürisinde yer alan Fransız sinema insanları, o dönem Fransa Eğitim Bakanı olan Jean Zay’e ve İçişleri Bakanı Albert Sarraut’a bağımsız bir film festivali önerisini sunarlar. Zay, bu fikre 26 Aralık 1938’de olumlu yanıt verir. Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık, Venedik’i boykot ettikleri bu dönemde Fransa’nın girişimini destekler. Özellikle Motion Picture Association temsilcisi Harold Smith ve Britanya Sineması’nın Fransa’daki resmi temsilcisi Neville Kearney, bu “özgür dünya festivali”ne yıldızlarını getirmeyi taahhüt eder. Böylece Cannes, yalnızca sanatsal değil, siyasi bir ortaklık –Fransız-Amerikan ittifakı– olarak kurgulanır ve zamanla dünya sinema pazarının merkezi olma vizyonu belirir.
Festivalin nerede düzenleneceği meselesi bir başka mücadeleye dönüşür. Aix-les-Bains, Biarritz, Le Touquet, Vichy, Cannes gibi tatil şehirleriyle birlikte Cezayir, Lucerne, Ostende gibi şehirler de aday olur. Ancak teknik koşullar, yani bin kişilik bir gösterim salonuna sahip olma zorunluluğu, listeyi daraltır. Sonuçta, Erlanger Biarritz ve Cannes’ı öne çıkarır. Her iki şehir de lüks otelleriyle, altyapılarıyla ve yerel lobileriyle yoğun çaba gösterir. Cannes’ta Grand Hôtel’in sahibi Henri Gendre ve Palm Beach’in sahibi Jean Fillioux, şehirdeki sinema salonları, lüks odalar ve teknik olanaklarla projeye ağırlık verir. Bu sırada hükümet, yerinde inceleme yapmak ve değerlendirme yapmak üzere bir komisyon kurar.
İlk etapta Biarritz kazanır. Gerekçe, şehir yönetiminin verdiği maddi katkı, yani sağladığı doğrudan destek olur. Ancak Cannes pes etmez. Maddi katkısını artırır (600.000 frank) ve bir festival sarayı inşa etme sözü verir. Biarritz bu artan teklifi karşılayamayınca çekilir. Nihayet, 31 Mayıs 1939’da Fransa devleti ile Cannes şehri arasında resmi sözleşme imzalanır. Philippe Erlanger, festivalin ilk genel delegesi olarak atanır.
Festivalin ilk yılına seçilen filmler arasında Fransa’dan Christian-Jaque’ın L’Enfer des Anges, Julien Duvivier’in La Charrette Fantôme, Jacques Feyder’in La Piste du Nord ve Jacques de Baroncelli’nin L’Homme du Niger adlı yapımları yer alır. Yabancı filmler arasında ise Victor Fleming’in The Wizard of Oz (Oz Büyücüsü), Cecil B. DeMille’in Union Pacific, Sam Wood’un Goodbye Mr. Chips ve Zoltan Korda’nın The Four Feathers filmleri bulunur.
Festivalin ilk afişi, Cannes’a yerleşmiş ressam Jean-Gabriel Domergue tarafından hazırlanır. Afişte, sırtı açık bir elbise giymiş, saçları özenle yapılmış bir kadın ve yanında smokinli bir erkek yer alır. Bu iki figür, festivalin ilk izleyicilerini temsil eder. En iyi filme verilecek ödül, Louis Lumière’in onur başkanı olduğu festival için özel olarak tasarlanan “Lumière Kupası”dır. Bu ödül, Mussolini Kupası’na karşılık bir özgürlük simgesi olarak sunulur.
Ağustos ayında yıldızlar Cannes’a akın etmeye başlar. Metro-Goldwyn-Mayer, Hollywood yıldızlarını getirmek için özel bir transatlantik yolcu gemisi tahsis eder. Tyrone Power, Gary Cooper, Annabella, Norma Shearer ve George Raft gibi isimler davet edilir. Amerikan heyeti, Victor Hugo’nun Notre-Dame de Paris romanından esinle, sahile bir Notre-Dame kopyası kurmayı bile planlar. Ancak 1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’ya saldırmasıyla II. Dünya Savaşı resmen başlar ve festival daha açılmadan iptal edilir. O yıl, yalnızca William Dieterle’in yönettiği Quasimodo adlı film kapalı bir gösterimde izletilir. Cannes için yazılan senaryo, tarihin gölgesinde ertelenir.
Cannes Film Festivali, savaşın ardından ilk kez 20 Eylül–5 Ekim 1946 tarihleri arasında düzenlendiğinde, bu yalnızca bir kültürel etkinliğin başlangıcı değil, aynı zamanda yorgun bir kıtanın kendini yeniden tarif etme arzusunun dışavurumuydu. Festivalin hayata geçmesinde Fransa Dışişleri Bakanlığı’nın sanat ilişkileri biriminden Philippe Erlanger kadar, işçi hareketinin en etkili yapılarından biri olan CGT’nin –ve CGT üyesi yönetmen Louis Daquin’in– katkısı belirleyici olmuştu.
Nazilerin yenilgiye uğradığı ama yaralarının hâlâ açık olduğu bu dönemde, Fransa’daki sinemacılar, özellikle de Kurtuluş Komitesi’ne bağlı olanlar, sinemayı bir mücadele hafızası olarak görüyordu. Direnişçilerin gerçek operasyonlarını belgeleyen bu ilk “özgür filmler”, Fransız iç direnişinin sinemasal temsillerine kaynaklık etti. Elektrik ve film stoğu kıtlığına rağmen René Clément’in SNCF desteğiyle çektiği La Bataille du rail ya da Jean Grémillon’un Le 6 juin à l’aube gibi yapımlar, bu dönemin sembolleri oldu.
Festivalin finansmanını Fransa Dışişleri Bakanlığı ve Cannes Belediyesi üstlenmişti. O yıllarda Cannes ile Venedik arasında bir yıl Cannes’da, bir yıl Mostra’da dönüşümlü yapılması fikri gündeme gelmiş olsa da Fransa ve sinema sektörü bu öneriyi ciddiye almadı. 1946’daki başarının ardından 1947’de yeni bir festival beklentisi oluştuğunda bu anlaşma açığa çıktı, ama kamuoyunda “Fransa’nın sinemadaki teslimiyeti” gibi sert tepkiler aldı. Hükümetin yıllık festivali finanse etmeyi reddetmesi üzerine 1947’deki etkinlik, sendikanın acil müdahalesiyle ve büyük ölçüde kendi imkânlarıyla, alelacele inşa edilen Festival Sarayı’nda gerçekleştirildi. Bugün hâlâ CGT, festivalin yönetim kurulunda temsil edilmektedir.
Bu ikinci yıl, ulusal dengeleri gözetmek adına her ülkenin bir jüri üyesi göndermesi esas alındı. Cannes Belediye Başkanı Raymond Picaud’un girişimiyle Croisette üstüne kurulan yeni Palais des Festivals, 11 Eylül 1947 akşamı resmen açıldı. Ancak henüz tamamlanmamış olan çatısı, festivalin sonunda çıkan bir fırtınada uçtu. Kapanış balosu ve ödül töreni, bu nedenle yine Casino’da yapıldı.
Bu süreçte festival yönetimine katılan Robert Favre Le Bret, seçki sistemini kurumsallaştırdı. Artık Fransa Ulusal Sinematografi Merkezi, diğer festivallerin tarihlerini ve kurallarını belirleyerek yapımcılara bildiriyor, başvurular özel bir komisyon tarafından değerlendiriliyordu. Bu komisyon, Soğuk Savaş’ın da etkisiyle hem sinematografi hem de dışişleri bakanlıklarından onay alıyordu. Cannes, bu yıllarda sadece bir etkinlik olmaktan çıkarak Avrupa’nın kültürel jeopolitiği içinde tanımlanan bir kuruma dönüştü.
1948 ve 1950 yıllarında festival düzenlenemedi. Resmî gerekçe bütçe yetersizliğiydi, ancak bu boşluk, Venedik ile yapılan dönüşümlü festival anlaşmasının örtük etkisiyle de açıklanabilir. 1951’den itibaren Cannes, bahar aylarına taşındı. Bu tarihten sonra Locarno ve Mostra ile çakışmalar önlenmiş oldu.
1955’te, yine Favre Le Bret’in önerisiyle, en iyi filme verilen ödül artık “Uluslararası Film Festivali Büyük Ödülü” değil, yeni ve simgesel bir isimle anılmaya başladı: Palme d’Or. Avrupa’nın farklı ülkelerinden mücevher ustaları davet edildi, jüri Lucienne Lazon’un tasarımını seçti. Bu yeni ödül ilk kez aynı yıl, Marty filmiyle Delbert Mann’a takdim edildi. 1964 ile 1974 arasında eski “büyük ödül” kısa süreliğine geri gelse de, sonunda yerini kalıcı olarak Palme d’Or’a bıraktı.
1950’lerden itibaren Cannes, sinemanın en büyük küresel etkinliğine dönüştü. Eleştirmen André Bazin’in özlemini kurduğu gibi, zamanla protokolden, ulusal temsil ritüellerinden ve diplomatik gösterişten uzaklaşarak, doğrudan sinemanın kendisine odaklanmaya başladı. 1970’lere kadar elçiliklerin aday gösterdiği filmler festivalde yarışırken, bu süreç yerini bağımsız sinemasal değerlendirmelere bıraktı. Roberto Rossellini, Federico Fellini, Ingmar Bergman, Elia Kazan, Robert Wise, William Wyler, Antonioni, De Sica, Andrzej Wajda, Satyajit Ray, Buñuel ve Kurosawa gibi ustalar, bu yeni dönemin taşıyıcıları oldular. Cannes, artık yalnızca bir festival değil, çağdaş sinema tarihinin yazıldığı bir sahneydi.
1959 yılı, Cannes Film Festivali’nin yalnızca bir sinema etkinliği değil, bir dönüşüm sahnesi olduğunu bir kez daha kanıtladı. Bu yıl yönetmenlik ödülünü kazanan François Truffaut’nun Les Quatre Cents Coups (400 Darbe) filmi, birkaç yıl önce festivalin fazlasıyla tiyatral, fazlasıyla resmi ve kaçınılmaz biçimde çürümekte olan yapısına yönelttiği eleştirilerin yankısını taşır. Aynı yıl, Alain Resnais’nin büyük tartışma yaratan Hiroshima mon amour filmi gösterilir. Bu film, Resnais’nin daha üç yıl önce kamp görüntüleriyle infial yaratan Nuit et Brouillard (Gece ve Sis) belgeselinin ardından, bir kez daha sinemanın sadece “temsil” değil, “yaralı hafıza” olduğuna dair bir hatırlatmadır. Fransız Yeni Dalgası, artık perdede değil, Cannes’ın merkezindedir.
1959 ayrıca festivalin yalnızca bir gösterim yeri değil, endüstriyel bir merkez olma sürecini de başlatır. İlk Film Pazarı bu yıl kurulur. Satıcılar ve dağıtımcılar burada buluşur, sinema yalnızca sanatsal değil, küresel bir ticaret ağı hâline gelir. Yıllar içinde gelişen bu pazar, 2007 itibarıyla 91 ülkeden 10 binden fazla sinema profesyonelini ağırlayan bir ticaret platformuna dönüşecektir.
1960’larla birlikte “festival filmi” kavramı tartışmalı bir terim hâline gelir. Ancak bu dönemde Cannes, sinemanın yeni isimlerini küresel sahneye taşır: Andrey Tarkovski, Miklós Jancsó, István Szabó, Glauber Rocha gibi yönetmenler burada ilk kez fark edilir ve ödüllendirilir. Cannes artık yalnızca Fransız sinemasının değil, uluslararası estetik atılımların da vitrinidir.
1962’de hayata geçirilen Uluslararası Eleştirmenler Haftası, yönetmenlerin ilk ya da ikinci filmlerini öne çıkarmayı hedefler. Yarışma seçkisi dışında yedi kısa ve yedi uzun metraj filmin gösterildiği bu bölüm, zamanla François Ozon, Alejandro González Iñárritu, Julie Bertuccelli ve Éléonore Faucher gibi isimlerin keşif alanına dönüşür. 1965 yılında Jean Cocteau’nun anısına, festival onu ömür boyu onursal başkan ilan eder. Ertesi yıl Olivia de Havilland, Cannes tarihinde jüriye başkanlık eden ilk kadın olur.
Ancak 1968 yılı, festival tarihine sadece sinema ile değil, doğrudan siyasetle yazılacaktır. 13 Mayıs’ta başlayan öğrenci hareketi Cannes’a da sıçrar; Palais des Festivals işgal edilir. 18 Mayıs’ta Truffaut, Godard, Lelouch, Berri, Polanski, Louis Malle ve Jean-Pierre Léaud, protestolara katılır. Bu isyan yalnızca toplumsal değildir; aynı zamanda kültüre yapılan müdahalelere karşı da bir itirazdır. Kültür Bakanı André Malraux’nun Fransız Sinemateki direktörü Henri Langlois’ı görevden alması, sinema camiasını ayağa kaldırır. Alain Resnais, Carlos Saura ve Miloš Forman, bu protestoya destek vermek için filmlerini yarışmadan çeker. 19 Mayıs günü, Cannes Film Festivali resmen iptal edilir. Cannes, o yıl bir sinema sahnesi olmaktan çıkar; bizzat sinemanın ideolojik alanı hâline gelir.
1969 yılında Pierre-Henri Deleau tarafından kurulan Yönetmenlerin On Beş Günü (La Quinzaine des Réalisateurs), Cannes’ın resmi yarışma dışına itilmiş ya da henüz keşfedilmemiş sinemacıları görünür kılmak amacıyla doğdu. “Özgür sinema” mottosuyla yola çıkan bu yan bölüm, ilk yılında yalnızca iki ay içinde hazırlandı. Seçki oluşturacak vakit bile kalmadığından, 62 uzun metraj ve 26 kısa metraj film, ücretsiz ve herkese açık şekilde gösterime sunuldu. Açılış filmi olan Kübalı yönetmen Manuel Octavio Gómez’in La Première charge adlı eseri, festival biter bitmez uluslararası basının ilgi odağı hâline geldi. 1977’de vefat eden Henri Langlois, aynı yılın afişinde On Beş Gün’ün onur konuğu olarak yer aldı. 1981–83 arasında başlatılan “Super 8” bölümü ise beklenen ilgiyi göremedi.
Bu arada Cannes’ın kurumsal yapısında da köklü değişiklikler yaşanıyordu. 1972 yılında Robert Favre Le Bret başkanlığa, Maurice Bessy genel delegeliğe getirildi. Bu tarihe kadar Cannes’daki filmler, devletlerin önerdiği adaylardan seçiliyordu. Bessy bu sistemi değiştirerek, biri Fransız, diğeri uluslararası sinema için olmak üzere iki ayrı seçim komitesi oluşturdu. Ancak bu sistem 1972 festivalinde tartışmalara yol açtı. Bir yıl sonra, artık var olmayan “Fransız Sinemasının Perspektifleri” adlı yeni bir bölüm başlatıldı. Asıl büyük kırılma ise 1978’de yaşandı.
Gilles Jacob’un genel delegeliğe gelişiyle birlikte festivalin hem yapısı hem ruhu dönüşüme uğradı. İlk kez o yıl verilen Caméra d’Or (Altın Kamera), tüm bölümlerde yarışan ilk filmler arasından bir tanesini seçen bağımsız jüri tarafından belirlendi. Kazanana festivalin sponsoru olan Dauphin afiş şirketi tarafından ulusal çapta tanıtım desteği sağlandı. Jacob ayrıca, resmî seçkinin bir parçası olarak Un Certain Regard (Belirli Bir Bakış) adlı yeni bölümü başlattı. Bu bölüm, dağıtım ağı dışında kalan filmlere destek vermek amacıyla kuruldu. Genellikle tür sinemasına yer verilen bu seçkide her yıl 20 film yarışıyor, içlerinden biri öne çıkarılıyor. Jacob festivalin süresini de 15 günden 13 güne indirdi (bu süre daha sonra 11 güne çekilecektir) ve film sayısını sınırladı.
Onun liderliğinde Cannes, sadece sanatın değil, ifade özgürlüğünün de savunucusu oldu. Sansüre, resmî baskılara ve ideolojik dayatmalara karşı açık bir tavır alındı. Franco döneminin İspanya’sında film üretmeye çalışan Carlos Saura, Luis García Berlanga ve Juan Antonio Bardem gibi isimler daha güçlü ses bulabildiler. Sovyetlerin baskısına rağmen Gürcü yönetmen Otar Iosseliani Cannes’da ilgiyle karşılandı. Mali sinemasının önemli ismi Souleymane Cissé gibi bağımsız Afrikalı yönetmenler ise burada uluslararası görünürlük ve dağıtım imkânı kazandılar. Cannes, bu yönüyle gelişmekte olan ülkelerin sinemacılarına küresel bir vitrin sundu.
Festival, zamanla tümüyle özerk bir yapıya kavuştu. Jüri yapısında da önemli değişiklikler yaşandı. Başlangıçta Fransız Akademisi üyeleriyle dolu olan jüriler, artık sinema dünyasından gelen tanınmış figürlerle oluşturulmaya başlandı. Bu yönelim 1960’larda hız kazandı. Örneğin, 1960’ta Georges Simenon’un başkanlığında jüri La Dolce Vita’yı ödüllendirmiş, izleyiciler ise kararı yuhalamıştı. 1964’te ilk kez bir büyük sinemacı, Fritz Lang jüri başkanı oldu ve Jacques Demy’nin Cherbourg Şemsiyeleri filmini ödüllendirdi. Arada gazeteciler, edebiyatçılar, sinema tarihçileri jüri üyeliği yapsa da günümüzde jüri başkanı, uluslararası ölçekte tanınan bir sinema figürü olmak zorunda. Son kez bir “sinema dışı” isim olarak jüriye başkanlık eden kişi, 1983’te yazar William Styron oldu.
Cannes’ın medyadaki temsili de zamanla profesyonelleşti. 1970 ve 80’lerde festivalin yayın hakları Antenne 2 kanalındaydı. 1990’lardan itibaren bu görev Canal+’ya geçti. 1993’ten bu yana açılış ve kapanış törenleri, ödül sunumları ve kırmızı halı seremonileri canlı olarak şifresiz şekilde yayınlanıyor.
1983 yılı ise Cannes mimarisinde büyük bir değişikliğe sahne oldu. Eski festival sarayının yerine, yerel halkın hâlâ “Bunker” adını verdiği yeni bir yapı inşa edildi. 10.000 metrekarelik bu dev kompleks, daha konforlu olsa da mimarisi sert eleştiriler aldı. Gecikmeli inşaat neredeyse festivalin iptaline yol açacakken, ödüller toz içinde dağıtıldı.
1984’te Robert Favre Le Bret’in ardından Pierre Viot başkanlığa geçti. Onu 2001’de Gilles Jacob izledi. Jacob, 2014’te emekliye ayrıldığında yerine Pierre Lescure getirildi. Cannes afişleri de zamanla dönüşüme uğradı. 2016 yılında festivalin 69. edisyonu için, ilk kez bir film –Jean-Luc Godard’ın Le Mépris filmi– afişe taşındı. Afişte Michel Piccoli’nin merdivenleri tırmandığı o unutulmaz an yer aldı; arka planda ise Akdeniz’in ışığı vardı.
Cannes, artık sadece film gösteren değil, filmi biçimlendiren, dağıtan, tartışan ve hatırlatan bir festivaldi. Ve her yıl, sinemanın hem tarihine hem de gündemine yeniden yazılıyordu.
1998 yılında Gilles Jacob’un girişimiyle kurulan La Cinéfondation, Cannes Film Festivali’nin yalnızca bir vitrin değil, aynı zamanda bir okul, bir hazırlık sahası olmasını hedefliyordu. Bu yapı, sinemanın geleceğini oluşturacak genç yönetmenlere yalnızca ödül değil, süreklilik ve destek sunma amacı taşıyordu. Her yıl, kurmaca kısa film alanında bir ya da iki yapım gerçekleştirmiş yaklaşık on genç yönetmen Cannes’a davet ediliyor ve böylece sinema dünyasının usta isimleriyle aynı zeminde buluşma fırsatı yakalıyorlardı.
1998’den 2007’ye kadar geçen sürede, kırktan fazla ülkeden yetmiş yönetmen bu programa katıldı. Paris’te kendilerine tahsis edilen bir rezidans, senaryo geliştirme desteği, aylık maddi katkı (800 avro) ve başkentin birçok sinema salonuna ücretsiz giriş gibi olanaklar sunuluyordu. Bu, sadece maddi bir katkı değil, aynı zamanda genç sinemacıların entelektüel ve estetik gelişimini teşvik eden bir sistemdi.
2000’li yıllarla birlikte Cinéfondation bünyesinde binin üzerinde öğrenci filmi gösterime sunuldu. Bu filmler, yalnızca teknik anlamda değil, kültürel çeşitlilik ve yaratıcı cesaret bakımından da yeni kuşak sinemanın nabzını tuttu.
2005 yılında ise Cinéfondation, bu vizyonunu bir adım daha ileri taşıdı ve L’Atelier adlı özel bir bölüm oluşturdu. Bu yeni yapı, genç sinemacıları yapımcılar, dağıtımcılar ve sektör profesyonelleriyle doğrudan buluşturmayı amaçlıyordu. L’Atelier, bir anlamda hayal ile üretim arasındaki köprüyü kuran yapısal bir ara yüz hâline geldi.
Tüm bu gelişmelerin ardından, 2002 yılında Cannes Film Festivali’nin adı, zaten herkesin kullanmakta olduğu biçimiyle resmî olarak sabitlendi: Festival de Cannes. Böylece festival, yalnızca geçmişin ustalarını değil, geleceğin yönetmenlerini de barındıran bir kuruma dönüştü. Kırmızı halının ardında, görünmeyen ama giderek büyüyen bir sinema laboratuvarı vardı artık. Ve orada, bir gün “Cannes’da yarışan yönetmen” olacak gençlerin ilk adımları sessizce atılıyordu.
Bir zamanlar yalnızca seçkinlere hitap eden turistik ve sosyetik bir etkinlik olan Cannes Film Festivali, zamanla yalnızca Avrupa’nın değil, dünyanın en çok konuşulan ve en fazla medya ilgisi gören sinema festivali hâline geldi. Özellikle her yıl Mayıs ayının ikinci yarısında düzenlenen açılış töreni ve kırmızı halıdaki meşhur “şöhret merdivenleri” –yirmi dört basamaktan oluşan bu sembolik çıkış yolu– Cannes’ı küresel kültür sahnesinin merkezine taşıdı.
Her yıl Cannes’a yalnızca sinemacılar ya da oyuncular değil; yapımcılar, uluslararası satış temsilcileri, dağıtımcılar ve binlerce gazeteci de akın ediyor. Festivalin ana gösterimleri, Croisette kıyısındaki kongre ve festival sarayında gerçekleştiriliyor. 2000’li yıllarda dünya çapında sinema festivallerinin sayısında büyük bir artış yaşansa da Cannes, hâlâ Venedik ve Berlin’in üzerinde konumlanıyor. Ancak Toronto Film Festivali’nin daha ticari ve dağıtım odaklı yapısı, Cannes’ın geleneksel kültürel öncelikleriyle taban tabana zıt bir yaklaşımla, zaman zaman onun hâkimiyetine meydan okuyor. Yine de Toronto’nun Eylül ayında düzenlenmesi, Cannes’ın prestijine doğrudan rakip olmasının önünde zamansal bir engel oluşturuyor.
2007’de festivalin 60. yılı kutlanırken (ilk resmî etkinliğin üzerinden 61 yıl geçmiş olsa da), tarihsel mirasına dikkat çekmek amacıyla özel bir program hazırlandı. CGT’nin kültürel emek üzerindeki tarihsel rolüne işaret eden sendika lideri Bernard Thibault davet edildi; “Festivalin tarihine sadakatini koruma iradesi” vurgulandı. Bu vesileyle 35 yönetmen, sinema salonuna adanmış kısa filmlerden oluşan Chacun son cinéma (Herkesin Sineması Kendine) adlı seçkiyi sundu. Aynı yıl, festival tarihinin en uzun filmi olan Ken Burns imzalı 14 saatlik The War (Savaş) belgeseli gösterildi. Bu yapım, Wagner’in Parsifal operasının sinema uyarlamasını (4 saat 40 dakika) ve Nos meilleures années (En İyi Yıllarımız) adlı altı saatlik filmi geride bırakarak Cannes tarihine geçti.
Luc Besson, festivalin 2000 yılındaki başkanlığını yapmış bir sinemacı olarak 2007’de “Cannes ve Banliyöler” adlı ayrı bir etkinlik başlattı. “Cannes’a gidemiyorsan, Cannes sana gelir” sloganıyla düzenlenen bu programda, festivalin seçkisindeki bazı filmler Paris çevresindeki banliyö sinemalarında gösterildi. Bu gösterimlere Cannes’ın 60 yıllık tarihini anlatan kısa belgeseller de eşlik etti.
60 yıl boyunca Cannes, yalnızca filmleri değil, aynı zamanda yönetmenlerini de görünür kıldı. Dijital teknolojinin salonlara entegrasyonuyla birlikte tür sineması ve animasyon da seçkide daha fazla yer bulmaya başladı. 2014 yılı ise bir yönetim dönüşümünü beraberinde getirdi: 38 yıl boyunca Cannes’ı yöneten Gilles Jacob onursal başkanlığa geçti; koltuğunu Pierre Lescure devraldı. Lescure, 2017 ve 2020’de yeniden seçildi.
2017’de festival 70. yılını kutladı. Daha önce Altın Palmiye kazanmış yönetmenler davet edildi; sinemacıların çektiği televizyon dizilerine özel gösterimler düzenlendi. Ancak bu yılın asıl tartışma konusu, Netflix ve diğer dijital platformların yarışma dışı tutulmasıydı. Sinema salonlarında gösterilmeyen yapımların Cannes’da yer alması, sinemanın tanımı üzerine hararetli bir tartışmayı tetikledi.
2022’de Pierre Lescure, başkanlık görevini Iris Knobloch’a devretti. Bu görev değişimiyle birlikte Cannes tarihinde ilk kez bir kadın başkanlık koltuğuna oturdu.
2020’li yıllarda festival, resmî seçkisini dünya sinemasındaki üretim çeşitliliğini yansıtacak biçimde oluşturmaya yöneldi. Yarışma filmleri, genellikle auteur sinema ya da estetik olarak araştırıcı yapımlar arasından seçiliyor. Yıl boyunca Cannes için çalışan çekirdek ekip yaklaşık 60 kişiden oluşuyor. Ancak festival haftalarında bu sayı 700’e kadar çıkıyor. Mediapart’a göre, festival süresince 20 gün çalışan bir asistanın brüt ücreti 2.300 avroyken, projeksiyon ekibinin saatlik ücreti 18,50 avro civarında.
2023 yılı, sinema kadar siyasetin de ön planda olduğu bir festivaldi. Altın Palmiye’yi kazanan yönetmen Justine Triet, ödül konuşmasında Fransa’da emeklilik reformlarına karşı yapılan gösterilere uygulanan “baskıcı müdahaleyi” eleştirdi. The Guardian, bu çıkışı “politik bir fırtına” olarak tanımladı. Triet’in konuşması, Fransız hükümetinin kültür politikalarına doğrudan yönelttiği eleştirilerle yankı bulurken, Kültür Bakanı Rima Abdul Malak’ın yanıtı sertti. Cannes, bir kez daha sinemanın yalnızca bir sanat değil, kültürel ve toplumsal bir pozisyon alma biçimi olduğunu hatırlattı.
Türkiye’nin Cannes Film Festivali ile ilişkisi, zaman içinde yalnızca sinemasal değil, aynı zamanda diplomatik, ideolojik ve kültürel anlamlar da taşıyan çok katmanlı bir sürece dönüştü. Başlangıçta Fransız elçilikleri aracılığıyla seçilen ve genellikle devlet onaylı “temsil” filmleri ile varlık gösteren Türkiye, uzun süre boyunca festivalin resmi yarışma seçkisine uzak kaldı. 1950’li ve 60’lı yıllarda, özellikle Yılanların Öcü (Metin Erksan) gibi filmler gösterim talebi alsa da, çoğu zaman ya gönderilmedi ya da sansüre takıldı. Cannes’da Türkiye adına varlık göstermek, yalnızca sanatsal değil, aynı zamanda “uygun temsile” dair politik bir karardı.
İlk büyük çıkış, 1982 yılında Şerif Gören ve Yılmaz Güney imzalı Yol filmiyle yaşandı. Türkiye’de çekildikten sonra İsviçre’de tamamlanan film, Cannes’da Altın Palmiye kazandı. Bu zafer, yalnızca sinemasal bir başarı değil, askeri darbe sonrası Türkiye’nin dışarıdan nasıl okunduğunun da bir göstergesiydi. Festival jürisi, filmi yalnızca estetik değil, politik cesareti açısından da ödüllendirmişti. Türkiye’de yasaklı olan yönetmen Yılmaz Güney’in isminin festival boyunca öne çıkarılması, o dönem resmî makamlar tarafından “sakıncalı” bulunmuş, film neredeyse yok sayılmıştı.
1990’lara gelindiğinde Nuri Bilge Ceylan, Türkiye’nin Cannes’daki en belirgin yüzlerinden biri hâline geldi. Uzak (2003), İklimler (2006), Üç Maymun (2008), Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) gibi filmleriyle yarışmaya katılan Ceylan, 2014’te Kış Uykusu ile Altın Palmiye kazandığında, bu artık yalnızca kişisel bir başarı değil, Türkiye sinemasının festivaldeki temsili açısından da bir zirveydi. Ancak Ceylan’ın o yıl ödül konuşmasında “bu ödülü yalnız ve güzel ülkeme armağan ediyorum” derken yaptığı siyasi göndermeler, Türkiye’de kutlamadan çok kutuplaşma yarattı. Cannes, bir kez daha hem sinemanın evrensel sahnesi hem de yerel gerilimlerin aynası olmuştu.
2010’lar boyunca Cannes’da Türkiye yapımı ya da Türkiye bağlantılı birçok film yer aldı: Zeki Demirkubuz, Reha Erdem, Yeşim Ustaoğlu, Semih Kaplanoğlu, Emin Alper, Ali Asgari, Hande Kodja gibi isimler, çeşitli yan seçkilerde gösterim şansı buldu. Özellikle Tepenin Ardı (Emin Alper) ve Sivas (Kaan Müjdeci) gibi yapımlar, “Un Certain Regard” bölümünde öne çıktı. 2018 yılında Ceylan’ın Ahlat Ağacı filmi büyük beklentilerle yarışmaya katıldı; gösterim sonrası dakikalarca alkışlandı fakat ödül almadı. Yine de Türkiye’nin Cannes’daki varlığı artık istisnai değil, istikrarlı bir temsil biçimi kazanmıştı.
Cannes, Türkiye için sadece bir ödül umudu değil, aynı zamanda sinemasal ifade özgürlüğünün test alanıydı. 2020’lerde Türkiye’den genç bağımsız sinemacılar, Quinzaine des Réalisateurs ya da Cinéfondation gibi yan bölümlerde daha fazla görünürlük kazandı. Bu bölümler, Türkiye’nin ana akım dışındaki sinema üretimlerini destekleyen, sansür baskısından uzak, yaratıcı alanlar sundu.
Yine de Türkiye’nin Cannes’daki temsili, hiçbir zaman yalnızca sinema ile sınırlı kalmadı. Festivalde Türkiye’den gelen filmler genellikle içerik açısından “ağır” ve “politik” olarak etiketlendi; kimi zaman bu durum, Batı’daki “doğulu” sinemaya dair beklentilerin örtük bir yansıması olarak da okundu. Cannes, Türkiye sineması için hem özgürlük hem de bakışın dışsal belirleyiciliği açısından çift yönlü bir anlam taşıdı.
Bugün hâlâ Türkiye’den Cannes’a giden her film, yalnızca bir sanat eseri değil, aynı zamanda bir ülkenin kültürel anlatısına dair resmî olmayan ama çok güçlü bir söylem taşıyor. Her kırmızı halı yürüyüşü, yalnızca bir başarı kutlaması değil; kimi zaman bastırılmış seslerin, görünür olma arzularının ve ulusal hafızanın da yürüyüşüdür.
Kırmızı halı, Cannes’da yalnızca yıldızların yürüdüğü bir alan değil, adeta görünürlük müzakerelerinin yapıldığı bir sahnedir. Elbise seçimlerinden yürüyüş hızına, jestlerden eşlik eden kişilere kadar her detay medya tarafından analiz edilir. Bazı yönetmenler, siyasal mesaj içeren sembollerle kırmızı halıya çıkar (örneğin başörtüsü yasağını protesto eden rozetler ya da #MeToo döneminde siyah kıyafetlerle yürüyen kadınlar). Yani kırmızı halı, yalnızca şıklığın değil, aynı zamanda politik bir bedenin teşhir alanıdır.
Cannes, sadece sinema değil, skandallar tarihiyle de ünlüdür. Brigitte Bardot’nun 1950’lerdeki güneş banyoları, Lars von Trier’in 2011’deki “Hitler’i anlamaya çalışıyorum” açıklaması, Quentin Tarantino’nun jüriyle atışmaları, Emir Kusturica’nın gösterim sırasında salondan çıkışı gibi çok sayıda olay, Cannes’a sadece film değil, manşet de taşıdı. Hatta bazı filmler alkışlarla değil, yuhalamalarla karşılandı (örneğin The Brown Bunny ya da Southland Tales). Cannes, sevmenin ve nefret etmenin aynı anda mümkün olduğu tek büyük festival olabilir.
Cannes jürisi, artık tamamen sinema dünyasından gelen isimlerden oluşmak zorunda. Genellikle uluslararası bilinirliği olan bir yönetmen ya da oyuncu başkanlık eder. Ancak jüri kararlarının her zaman “nesnel” olduğu söylenemez. Bazen politik bir çıkış yapan filme verilen ödüller, bazen büyük yapım şirketlerinin perde arkası lobi faaliyetleri tartışmalara yol açar. Yine de Cannes jürisi, Berlin’e göre daha az politik; Venedik’e göre ise daha az endüstriyel bir profil çizer. Yani hem sinemaya hem prestije oynar.
Kesinlikle evet. Cannes, görünürde herkese açık gibi sunulsa da aslında çok katmanlı bir hiyerarşi sistemine dayanır. Akreditasyon rozetlerinin rengine göre insanların erişim alanları belirlenir. Kimi sinema öğrencileri sabah dörtte kuyruğa girip film izleyebilirken, yapımcılar özel locadan şampanya eşliğinde seyreder. Festival boyunca yatlarda partiler düzenlenir, Croisette kıyısı lüks markalarla dolup taşar. Yani Cannes, bir yandan bağımsız sinemayı överken, öte yandan elitist bir gösteri toplumu mekaniğini yeniden üretir.
Cannes’da yer almak, özellikle genç yönetmenler için bir tür vaftiz töreni gibidir. Tek bir kısa film bile, doğru seçkide gösterilirse uluslararası fonlara erişimi, ortak yapım şansını ve dağıtım fırsatlarını artırır. Örneğin Cinéfondation veya Un Certain Regard bölümleri, birçok yönetmenin küresel çapta tanınmasının kapısını aralamıştır. Cannes’da ödül almak, bir kariyerin değilse bile, bir biyografinin başına yazılacak cümleyi belirler: “Cannes’da gösterildi.”
Kitap Dünyasında:
Gilles Jacob – Citizen Cannes: Eski festival başkanından perde arkasını anlatan bir tanıklık.
Colin MacCabe – Godard: A Portrait of the Artist at Seventy: Cannes’la birçok kez yolları kesişen Godard’ın festivaldeki eylemleriyle dolu portresi.
Peter Biskind – Down and Dirty Pictures: 90’ların Amerikan bağımsız sinemasının Cannes’daki yükselişini içerir.
Sinemada ve Dizilerde:
Cannes Man (1996): Festivalin karanlık yüzünü hicveden bir yapım.
The Artist (2011): Cannes’dan Oscar’a uzanan sessiz sinema temalı bir zafer öyküsü.
Triangle of Sadness (2022): Cannes’da Altın Palmiye kazanmış ve lüks/sınıf ayrımını hicveden bir kara komedi.
Video Oyunlarında:
Cannes doğrudan oyunlarda yer almaz, ancak sinema temalı oyunlar (The Movies, Hollywood Tycoon) festival metaforunu kullanır.
Tiyatro ve Diğer Sanat Alanlarında:
Cannes, sadece sinema değil; kıyafet sansürleri, kadın yönetmenlerin görünmezliği, Filistin’den İran’a siyasi çıkışlar nedeniyle sanat gündeminin de merkezindedir. Kırmızı halı, aynı zamanda bir politik sahnedir.
Cannes, sinemanın yalnızca “gösterilen” değil, aynı zamanda tartışılan, yüzleşilen, sorgulanan bir şey olduğunu hatırlatır. Burada jüriler kadar yuhalamalar, galalar kadar sokak protestoları da sinema tarihine kazınır. Ve her yıl şu soruyla geri döner: “Sinemanın kalbi hâlâ burada mı atıyor, yoksa sadece vitrini mi kaldı?”
Bu madde ilginizi çektiyse aşağıdaki başlıklara da göz atabilirsiniz:
► BAĞIMSIZ SİNEMA
► SANSÜR
► SİNEMADA ESTETİK DÖNÜŞÜMLER
► FRANSIZ YENİ DALGASI