Bir makine özleyebilir mi?

Keanu Reeves’in bir cümlesi, yapay zekâ tartışmalarını suskunlukla böldü: “Bir makine, bir şeyi özlemenin ne demek olduğunu bilebilir mi?” Bu yazı o cümlenin yankısını dinliyor.

Kabul edelim ki, Keanu Reeves, ezber bozan, pek de alışık olmadığımız bir ‘yıldız’… Toplu taşıma kullanıyor, sevenleriyle fotoğraf çektirirken onlara dokunmamaya çalışıyor, büyük-küçük demeden herkese saygıyla, sevgiyle yaklaşıyor.

Çok görünen biri olmadığı kadar çok konuşkan biri de değil. Ağzını açmadan önce bekliyor. Karşısındakini dinliyor Söylemek istediği şeyi düşünmek için değil belki — ama söylemenin kendisine yakışıp yakışmadığını tartmak için susuyor.

Oysa Hollywood şaşaa demek, tantana demek; nereye gideceğini umursamadan oraya buraya oklar atmak demek. Sırf sıradışılık adına içselleştirilmemiş şeyler yapmak demek.

Çünkü Hollywood, yükseklerin yeri… Işığın altında olmak, gürültünün merkezinde kalmakla eşdeğer. Ama Reeves, bu merkezin cazibesinden uzaklaşmayı başarmış gibi. O periferide kurduğu sessizliğin, en kalabalık salondan daha çok şey söylediğini biliyor çünkü.

Geçen hafta, Los Angeles’ta düzenlenen ve dünyanın dört bir yanından teknoloji, sanat ve medya figürlerini bir araya getiren “Human Futures / İnsanlığın Geleceği” adlı bir etkinlik vardı.

Teması açıktı: Yapay zekânın, yaratıcılık ve insanlık üzerindeki etkisi.

Ama kimse, salonun en çok konuşulan anının, bir sessizlik olacağını tahmin etmiyordu.

Katılımcılar arasında kimler yoktu ki: Fütürist yazarlar, teknoloji devlerinin CEO’ları, sanatçılar, akademisyenler…

Gel gör ki en dikkat çekici eşleşme, programın sonunda yer alıyordu: Elon Musk ve Keanu Reeves, “Yapay Zekâ: Sınır mı, Sıçrama mı?” başlıklı bir açık oturumda bir araya gelmişlerdi.

Bir yanda geleceği Mars kolonileriyle, beyin çipleriyle, yapay zekâ algoritmalarıyla tanımlayan vizyoner girişimci; diğer yanda hiçbir zaman “geleceği satın alma” hayaline kapılmamış, hayatın özüne, duygulara ve acıya inanan düşünceli bir oyuncu.

Salon kalabalıktı. Işıklar parlak…

Keanu Reeves sahneye çıktığında ise ortama sükûnet hâkim oldu.

Musk, kendisinden bekleneni yaptı ve konuştukça konuştu. Veriler sundu. Görseller sundu. İlerlemeye övgüler dizdi. Ve ardından şu soruyu sordu:

“Yapay zekâ bir gün insan yaratıcılığını geçecek mi?”

Bu, hiç kuşkusuz, yanıtı bildiği bir soruydu:

“Er ya da geç, evet. Makineler sanat üretecek, müzik besteleyecek, hikâyeler anlatacak – hem de bizden daha iyi.”

Sonra gözler Reeves’e çevrildi. O sadece durdu. Birkaç saniye düşündü. Ve sonra sadece şunu söyledi:

“Ama bir makine, bir şeyi özlemenin ne demek olduğunu bilebilecek mi?”

Yaratıcılığın Kalp Atışı

Öyle bir eşiğe geldik ki… Artık bir makine, bizden çok daha iyi hesap yapabilir durumda. Bizden daha iyi verileri işleyebilecek düzeyde. İstatistikten şiir türetebilir, yüzlerce romanı tarayıp yeni bir hikâye inşa edebilir – öyle meziyetli!

Neyse ki yapamadığı şeyler de var. Mesela bir makine özleyemez. Çünkü özlem, yalnızca bir şeyin eksikliğini duymak değil; o eksikliğin bir zamanlar içimizde bıraktığı izi hâlâ taşıyor olmaktır.

Yaratıcılık, sadece bir üretim biçimi değildir. Bazen yokluktan doğar. Eksiklikten, kayıptan, arayıştan doğar. Bazen bir hatıradan, bazen bir yastan, bazen ne olduğunu tam adlandıramadığımız bir sızıdan…

İyi bir şiir, çoğu zaman iyi bir hesaplamadan değil; yalnızlığın en koyusundan, en rezilinden, en tehlikelisinden doğar.

Elon Musk’ın hayalini kurduğu makineler bir gün bizim yazdığımız gibi yazabilir belki. Ama bizim yazdığımız gibi hissedemezler sanki. Çünkü kelime dizmek başkadır, bir duyguyu taşıyacak kelimeyi bulmak başka.

Sanat, sadece anlatmak değil, bir duyguyu, bir fikri taşımaktır. Onu yontmak, özüne ulaşmaktır. Ve insan, çoğu zaman kendi duygusunun ağırlığını taşıyamadığı için yazar, çizer, çalar, oynar. Yani yaratır.

İşte bu nedenle Keanu Reeves’in sorusu, hem çok çıplak, hem de çok çarpıcı…

“Ama bir makine, bir şeyi özlemenin ne demek olduğunu bilebilecek mi?”

Bu soruda ne süs var, ne teknik jargon. Sadeliği kadar güçlü ve güzel… Zaten yaratıcılık dediğimiz şey de, gösterişle sınırlı değil; içli bir şeydir.

Hikâyeyi Kim Anlatıyor?

Hatırlar mısınız bilmem, Yuval Noah Harari bir yazısında, yapay zekânın insan uygarlığının işletim sistemini hacklediğini savunur. Ona göre, yapay zekâ, dil aracılığıyla insan kültürünün temel yapı taşlarını sarsıyor. Malûm dil; insan hakları, para ve toplumsal normlar gibi kavramların temeli… Yapay zekâ ise bu dili manipüle ederek, insanları etkileyebilme ve yönlendirebilme kapasitesine sahip.

Harari, yapay zekânın hikâye anlatma yeteneği kazandığında, insanlık tarihinin akışının değişeceğini öne sürüyor. Çünkü hikâyeler, insanları bir araya getiren, anlam kazandıran ve toplumsal yapıları şekillendiren araçlar… Yapay zekâ, bu hikâyeleri daha etkili bir şekilde anlatmaya başladığında, insanların inançlarını, değerlerini ve davranışlarını etkileyebilir.​

Bu noktada, Keanu Reeves’in sessizliği ve sadeliği önem kazanıyor. O, teknolojinin ilerlemesine karşı çıkmıyor; ancak insan olmanın özünü, duyguları ve deneyimleri korumanın önemini vurguluyor. Reeves’in yaklaşımı, teknolojinin insanlığı yönlendirmesine karşı bir duruş sergiliyor.​

Kabul; yapay zekânın gelişimiyle birlikte, insanlık yeni bir döneme giriyor. Bu dönemde, hikâyeleri kimlerin anlattığı, bu hikâyelerin nasıl şekillendiği ve insanların bu hikâyelere nasıl tepki verdiği kritik önem taşıyor. İnsanlar olarak, kendi hikâyelerimizi anlatma ve anlamlandırma yeteneğimizi korumak için bilinçli ve dikkatli olmalıyız sanki.

Veri Dışı Olanın Hafızası

Hiçbir yapay zekâ, bir yasın insanı nasıl susturduğunu, sustukça içerden nasıl konuşturduğunu bilemez.

Aşkın, bazen karşılıksız bile olsa içimizde nasıl büyüdüğünü, bir fotoğraftaki bakışla nasıl yeniden dirildiğini hissedemez.

Çünkü deneyim, yalnızca yaşanmakla kalmaz; zamanla işlenir, bedenin ve zihnin dokusuna siner.

Ve bu işleyiş, hesaplamaya, tekrara ya da büyük veri kümelerine değil; sadece insan olmak denilen o karmaşık, kırılgan, tutarsız hâle bağlıdır. Ve hiçbir makine, o izi zamanla taş gibi içimize çöktüğü hâliyle bilemez.

Barthes, annesinin ölümünden sonra tuttuğu Yas Günlüğü’nde şöyle der:

“Keder, bir taş gibi… boynumda, içimin derinliklerinde.”

Bu cümle, yalnızca bir ruh hâlini değil, ağırlığın biçimini tarif eder.

Yaratıcılık, yalnızca üretmek değil, bazen bu ağırlığı taşımanın yollarını aramaktır. Barthes’ın başka bir notunda dediği gibi:

“Anımsamak için değil de, mutlak olarak beliren unutmanın büyük acısına karşı koyabilmem için yazmalı.”

İşte insanı insan yapan da budur: Unutmanın kaçınılmazlığına karşı hafızayla direnmek.

Elon Musk’ın çizdiği gelecekte makineler sanat üretebilir, belki hikâyeler de yazabilir, melodiler besteleyebilir. Ama onların hiçbirinin omzunda bir kaybın taş gibi ağırlığı durmayacak. Çünkü bir makineye göre, birinin artık var olmaması yalnızca bir satırın silinmesinden başka bir şey değildir.

İnsana göreyse, o silinen satır, bazen bütün bir hayatın temelidir.

Barthes, aynı kitapta, bir başka yerde şöyle der:

“Onun sesini artık duyamamak, sınırlı bir sağırlık gibi…”

İşte tam da bu “duyamamak” hâli, sanatı başlatan yerdir. Çünkü sanat, çoğu zaman duyulan değil, duyulamayan şeyin izidir. Ve insan, duyulamayanı duyurmak için yaratır.

Keanu Reeves’in o sade, ama dokunaklı cümlesi, bundan ötürü bir sorudan daha fazlası… Bu cümle, veriyle ölçülemeyen, kodlanamayan, sayıya çevrilemeyen duygunun anıtı.

Anılar, her zaman sistematik değildir.

Barthes’ın da dediği gibi:

“Yas aşınmaz, zamana boyun eğmez. Kaotiktir.”

Bu kaotik hafıza, insanın asıl özgünlüğüdür.

Yaratıcılık, bazen bir cümleyi üç kez silip dördüncüsünü bırakmakla ilgilidir. Ama o üç cümleyi neden sildiğini hiçbir yapay zekâ anlayamaz. Çünkü o üç cümle, bir duygunun çok gelmiş ya da az kalmış hâlidir. İçimize sinmeyen değil, içimizde yer etmeyen şeydir.

İşte tam bu noktada, insanla makine arasındaki temel fark belirir: Makine üretir – insan yaşar.

Nedeni çok basit: Özlem, çünkü arşiv değil; bir yaradır. Yas, karanlık değil; karanlıkta kalmaya razı olmaktır. Aşk, tanım değil; tanımsızlığa rağmen bağ kurma cesaretidir.

Ruhun Dar Zamanları

Verimlilik… Çağımızın en çok alkışlanan erdemi bu. Daha hızlı çalışmak, daha kısa sürede daha çok üretmek, daha çok dosyayı kapatmak, daha çok işe “tamamlandı” damgası basmak.

Ne kadar çabuk, o kadar başarılı…

Ne kadar sistematik, o kadar değerli…

Ama ruh, bu hızla yarış(a)maz!

Bir cümleyi yazmak saatler alabilir; bazen bir melodiyi bulmak yıllar sürer. Yas, takvime bakmaz. Özlem, planla işlemez. Yaratım, çoğu zaman “boş” gibi görünen zamanların içinden çıkar. Çünkü insan, yalnızca üreten değil; duraklayan, duran, bocalayan, susan, öfkelenen, küfreden, yaralanan, kanayan bir varlık…

Modern hayatın çizelgeleri, bu duraksamayı lüks, suskunluğu zaman kaybı olarak görür. Oysa belki de en derin üretimlerimiz, o kayıp sandığımız dakikalarda ortaya çıkar. Kayıp gibi görünen zamanlar, ruhun kendini onardığı, yeniden kurduğu alanlardır.

Keanu Reeves’in sessizliği biraz da bu yüzden anlamlı. O yalnızca konuşmadığı için değil, hızın dışında durduğu için dikkat çekiyor. Onun duruşunda bir direnç var: Hesaplanamayanı, ölçülemeyeni, anlatılamayanı da insan deneyiminin bir parçası sayma direnci. Çünkü bazı şeyler “çözülmez”; sadece birlikte taşınır.

Sessiz Cümleler, Uzun Yankılar

Tabii her insan bir değil. Kimi konuşarak etkiler. Kimiyse konuşmadığında…

Keanu Reeves, söyledikleri kadar, söylemedikleriyle de tanınır. Cümleleri azdır belki, ama her biri uzun süre susar. Hemen bitmez.

Onlar, içinde yaşadığımız dünyaya değil, içimizde yaşattığımız dünyaya söylenmiştir çünkü.

“Ama bir makine, bir şeyi özlemenin ne demek olduğunu bilebilecek mi?” diye sorduğunda, belki de hiçbir şeyi iddia etmiyordu. Sadece, unutulmaya yüz tutmuş bir hakikati hatırlatıyordu.

Bizi insan yapanın yalnızca bilgi değil, bilinemez olanla kurduğumuz ilişki olduğunu…

Yapay zekâ belki daha hızlı öğrenecek, daha isabetli kararlar verecek, daha gösterişli şiirler yazacak. Ama yine de bir şey eksik kalacak: O şiiri yazmaya götüren acı… O acının içinde büyüyen sessizlik… Ve o sessizliğin sonunda çıkan tek, ama doğru kelime.

Bizi insan yapan belki de tam olarak budur: Her şeyin hesabını verememek, ama bir cümlede kendimizi anlatabilmek.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com